Iyinin ve kötünün, siddetin, yok sayilmanin, korkunun, öteki olmanin ama yine de inatla tebessüm etmeyi birakmamanin romani Kozadaki Ugultu.
Halil Tekes, yarattigi karakterleri sokaklardan, cami avlularindan, bakkal tezgahlarindan, kahvehanelerden, plazalardan seciyor. Yan komsumuzun, is arkadasimizin, her gün yanimizdan gecip gidenlerin hikayesini anlatiyor bize.
Kozadaki Ugultu annesinden sürekli siddet gören, sevgisini göstermeyi beceremeyen babasinin destegini bir türlü hissedemeyen, cami imamini ve mahallenin umumi tuvaletcisini en yakin dostlari belleyen, komsu kizina uzaktan uzaga asik olan ve talihinin degismeyecegine inandigi bir anda kendisinin bile aklina gelmeyecek bir ise girisip kozasindan kurtulmaya calisan bir adamin, Kalenderin hüzünlü oldugu kadar gülünc öyküsü.
Umut etmekten ya da güzel olana dair hayal kurmaktan hep cok uzak oldum. Cocuklugum öyle sancilarla gecti ki, nasil büyüdügüm sorulsa, kum zemin üzerinde bilincsiz bir yükselme diye tarif edebilirim. Yani ufak ya da büyük hic fark etmez, her türlü sarsinti yerle bir olmam icin yeterlidir. Sanirim her sey, annemin, ben henüz yedi yasindayken daha sonra da sasmaz bir zemberekli saat gibi düzenli araliklarla gecirecegi sinir krizlerinden ilkini tecrübe ettigimde basladi. Öfkeyle carpilmis suratiyla, yüzüme nefes nefese tokatlar indirdigi günden beri cok korktum hayattan. Zira hayat denen sey annem kadar öfkeliyse, icinden sag cikmam olanaksiz diye düsündüm hep. Bu korku, günler gectikce oyunlarima, ödevlerime, arkadasliklarima, hatta yasayamadigim asklarima bile bulasti. Dogum lekesi gibiydi bendeki korku, yüzüme bakan herkes ilk bakista onu fark ediyordu.