O bir sarkiciydi. Cocuksuydu.
Öfkeliydi. Yaraliydi.
Ve, hayatinin son döneminde yagmurlarini tanimadigi sehirlerde yalnizdi.
Dilini bilmedigi bir sehirde,
karisinin ve kizinin kollari arasinda öldü.
Cabucak öldü. Bir cocuk gibi öldü.
Daha önce sürgünde ölenler gibi yalnizligiyla parcalanarak öldü.
Tanimadigi bir ülkenin topraklarina gömüldü.
Kürtce bir sarki söylemek istedigini söyledigi icin terkedilmis olarak öldü.
Kürtce bile bilmiyordu.
Artik bacagi kirik mangalini yakamayacak, dostlariyla raki icemeyecek,
dogdugu topraklari bir daha göremeyecek.
Bir daha sarki söyleyemeyecek.
Onun Kürtce sarki söylemesi gibi bir tehlike kalmadi.
Ah keske sarki söyleyebilseydim.
Kürtce bir sarki söylerdim onun icin.
Yalnizlik üzerine bir sarki, ölüm üzerine bir sarki.
Sarki söyleyen cocuklari sevin diye bir sarki.
Ben öldügümde kimse memleketimi sevmedigimi söylemesin diye
vasiyet eden birini anlatan bir sarki.
Kürtce bir sarki söylerdim onun icin.
Eger sarki söylemeyi bilseydim.
O sarki söylemeyi biliyordu.
Ama benim söyleyemedigim sarkiyi o da söyleyemedi.
Yagmurlarini tanimadigi bir sehirde yalniz,
öfkeli ve mahzun öldü.
Söylenmeyen ve
söylenmeyi bekleyen bir sarki kaldi.
Belki bir gün, o sarki söylendiginde,
belki de o da bizi affeder.
Ahmet Altan